31 Mayıs 2014 Cumartesi

Zamanda Aşk (About Time)


Başrollerini kim oynuyor hemen kopya çekeyim en yakın imdb sayfasından... Rachel McAdams (Filmde Mary. Bunu biliyordum kopya çektiğim bu değil) ve Domhnall Gleeson (Filmde Tim. Bu arkadaşı ilk defa izliyorum o yüzden kopya çektim ama harika bir iş çıkarmış) oynuyor. Süper bir aşk hikayesiydi. O kadar hayal kırıklığıyla biten kitaptan sonra işte bu dedirtti bana, teşekkür ederim.

Tim; sakar, nerde ne yapacağını bilemeyen ve genelde kendini rezil eden bir ergen. Kendine güvensiz erkeklere de pek kızlar bakmadığı için sevgilisi yok tabii ki. 20 yaşına geldiğinde babasından öğreniyor ki aile geleneği olarak erkekler zamanda istedikleri yere gidebiliyorlar! Hemen deniyor ve son gittiği partiye geri dönüyor. İçki masasının yanından geçerken hepsini bir arkadaşının üstüne devirmişti, gece sonunda da ondan bir hamle bekleyen hatunu öpmek yerine son anda elini sıkmıştı. Bu sefer içki masasına dikkat ediyor ve kızı da beklendiği üzere öpüyor. Her şey böyle daha güzel... Aile mirasını yaptığı ufak sakarlıkları düzeltmek için kullanıyor sadece, parada pulda gözü yok.. Çalışmak için gittiği şehirde arkadaşıyla ikili buluşmaya gidiyor. Işıklar kapalıyken iki kızla bir masada oturup muhabbet ediyorlar. Dış görünüşle dikkat dağıtmadan önce birbirlerinin muhabbetlerinden hoşlanıp hoşlanmadıklarına bakıyorlar. Ve Mary ile tanışıyor. Elinden kaçırmamak için elinden geleni yapıyor. Filmin sonunda ilk önce her günü iki kere yaşamaya karar veriyor. Mesela; günü ilk yaşadığı versiyonda çok stresli geçen bir duruşmadan ikincisinde zevk alıyor sonucunu bildiği için... Bu şekilde keyfini çıkaracağını düşünüyor. Sonra bundan da vazgeçip normal insanlara; "bir kere yaşayın ama anın tadını çıkarın. Hayatın kendisinden daha önemli hiçbir şey yok" mesajı veriyor ve kapanış...


Bu filmi sözlümle birlikte izledik. Ondan mı çok sevdim bilemedim ama çok sade bir anlatımı vardı, izlerken yormadı kafalar karışmadı ama çok keyif aldık. Rachel McAdams'ın bir de aynı kaderin kötüsünü yaşadığı "Zaman Yolcusunun Karısı" filmi var, onu da tavsiye ederim. Ama onunla kıyaslandığında diğeri çok duygu yüklü ve yorucu geliyor. Bu film çok daha softtu. Aşksa aşk, aile bağlarıysa aile bağları... Domhnall Gleeson'ı dediğim gibi ilk defa izliyorum. İlk etapta alışmakta zorluk çektim ama karakteri çok güzel yansıttı. Başka filmlerine de göz atmaya çalışacağım vakit bulduğumda. Böyle işte... İzlemediyseniz izleyin derim naçizane.

30 Mayıs 2014 Cuma

Küçük Aptalın Büyük Dünyası ~~ Pucca




Bu kitabı okumasam içimde kalırdı. PuCCa, blogunda yazdığı hayatını kitap yapmış. Ordan okumak bu zevki vermedi inanın.

PuCCa'yı ilk olarak twitterda takip etmeye başladım, çok eğlenceli şeyler yazıyor. Üslubu biraz sıradışı... Yani nasıl desem, terbiye sınırı diye bir şey yok. Özel hayatını olduğu gibi anlatıyor, çok samimi yazıyor ve o betimleme sıfatları yok mu:) Her okuduğum kitaptan bir şey almak zorunda mıyım, bir kere de gülmek için okuyayım dedim. İyi ki de demişim. Kısa bir sürede bitti zaten. Şu an 4 kitabı mı var piyasada. Belki sıkıldığım bir zamanda da diğerlerini okurum.

29 Mayıs 2014 Perşembe

300 Spartalı

Bu filmi izlemek için bu kadar geç kalmama çok üzüldüm. Ne zamandır aklımdaydı, en sonunda evdeki televizyon bozuldu da açtık bir film izledik.

Anladığım kadarıyla yazacağım, çok odaklanamamış olabilirim yer ya da insan isimlerine... Sene milattan önce 480. Kendisini dünyanın hakimi ilan eden Pers hükümdarı Xerxes denen yaratık; Yunan şehirlerinden biri olduğunu tahmin ettiğim Sparta'nın kralı Leonidas'a elçi gönderiyor. Leonidas da Gerard Butler, yakışmış ne yalan söyleyeyim. Neyse, elçi diyor ki; "Gel hükümdarlığımız altına gir, sen de rahat et biz de". Bu sırada Kraliçe baya bir sinirlenip lafa karışıyor. Elçi krala dönüp: "Bunca erkeğin olduğu bir yerde bu kadın ne cüretle böyle konuşabiliyor?" diye çemkiriyor. Kral Leonidas bu yorumu o kadar olgunlukla karşıladı ki şaşırmadan edemedim. Sonra elçi bir kuyunun başına kadar geliyor yürüye yürüye. Ve "ben elçiyim, elçiye dokunamazsınız böyle bir şey hiçbir yerde olmaz. This is madness" şeklinde konuşuyor. Leonidas da mealen diyor ki: "Buraya kadar gelip benden teslim olmamı istiyorsun, size savaşmadan boyun eğmemizi istiyorsun, bir de kraliçeme hakaret ediyorsun... This is Spartaaa" deyip bir tekmeyle Pers gevurunu ve beraberindeki ekibi o kuyuya yuvarlayıveriyor. Ülkesini savunmasına mı hayran olursun hanımını yedirmemesine mi :)

Burdan sonra işler pisleşiyor tabi ister istemez. Elçiyi kuyuya yuvarlamak savaş demek. Ama Sparta kahinleri "savaşa hayır" diyorlar ve kralın elini kolunu bağladıklarını sanıyorlar. Leonidas da yine hanımından almış olduğu gazla en iyilerinden 300 savaşçı seçiyor. Devletin ileri gelenleri yollarını kesiyor, savaşa izin çıkmadı bu yaptığın yasalara aykırı diyorlar. "Savaş mı? Savaştan bahseden mi oldu biz yürüyüşe çıkmıştık" diye bir cevap veriyor ki burda bir koptum. Velhasıl helalleşip yola çıkıyorlar. Konuşlanacakları geçide geldiklerinde karşılarında yüz bin kişilik bir ordu buluyorlar. Topu topu 300 kişi! 10 gün orda her türlü yaratığa, saçma sapan savaş hilelerine, her şeye karşı koyuyorlar. Bu sırada bizim yaratık Xerxes de gelip gidip teslim ol diyor. Ona da bir karşı koyuşu var ki helal olsun!


Filmden çok etkilendiğim için biraz fazla ayrıntılı anlattım. Ama izlemedim yaşadım diyebilirim. Elime bir mızrak verip salsalar ben de savaşacaktım... Filmi izlerken belki şikayet ettiğim tek şey: adamlar cıbıl! Yani şu yukarıdaki resimde de görüldüğü gibi saklayacak bir şeyleri olmadığını gayet net bir şekilde ifade etmişler. Tamam Allah bağışlasın six packlerinizi de olan var olmayan var insafsızlar! Bir erkeğe meslek olarak bir memurluğu bir de askerliği hep çok yakıştırmışımdır. Kabul asker eşi olmak zor bir şey ama erkeğin doğasında bu var. Savaşmak, disiplin, güç! Kendi kardeşimde yakından tanık olduğum için söylüyorum, çocuğun günler haftalar boyunca tek çalışan kası parmak kaslarıydı. Olur mu böyle ya sen gençsin. O kaslar erkeklere öylece oturmak için verilmemiş. Ha tarla vardı da o mu çalışmadı? O da doğru ama yine de gençliğin değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani filmi izlerken bayağı bir düşündüm bu durumu... Herneyse, bu filmi de sıkıldıkça açar açar izlerim artık, vatana millete hayırlı uğurlu olsun.


28 Mayıs 2014 Çarşamba

Senden Önce Ben ~~ Jojo Moyes

Kitabı okumadan önce yorumlara başvurmak ne kadar faydalı bir kez daha sorguladım. Beklentim o kadar yükselmiş ki kitap ister istemez sönük kaldı sanırım. Büyük, büsbüyük, kocaman bir aşk bekliyordum. Birbiri için yapamayacağı şey olmayan karasevdalı gençler. Eh kitabın ismine de bakınca "senden önce ben hiçtim kendimi seninle buldum" diyeceklerini de düşündüm. Tamaam bu kadar beklentiden sonra kitaba başlayınca her sayfada, "hadi ama parti ne zaman başlayacak?" diye diye okudum, kitap bitti ve o parti hiç başlamadı.

Kitabımızın konusu: Evini geçindirmek için çalışması gereken bir hatun var; esas kızımız. Bir de çok zengin olan, geçirdiği kaza ile tekerlekli sandalyeye mahkum kalan; yakışıklı, sivri dilli, zengin bir genç. Bu da esas oğlan. Kızın hiçbir hasta bakma kabiliyeti yok, ama zaten esas oğlanın annesi de bakıcı değil moral düzeltecek bir arkadaş aradığından sıkıntı da yok. Oğlan kazadan önce hayatı deli dolu yaşayan, maceradan maceraya koşan ve çapkınlığıyla ün yapmış birisi. Ama kazadan sonra göğsünden aşağısını hissetmiyor ve bu da onu yıkıyor ister istemez... Tahmin edileceği üzere bir aşk alevleniyor, bir dakika alevleniyor deyip beklentiyi yükseltmeyelim; kıvılcımlanıyor. Şöyle ağız tadıyla coşkulu bir Leyla&Mecnun öyküsü okuyamıyoruz beklemeyin. Sonu da benim istediğim "happily ever after" sonlarından değil. Bittiğinde yazara adam akıllı sinirlendim. "Bak atarım bu kitabı, yakarım. Bu ne biçim son?!" gibi gibi tepkilerim bir yarım saat sürdü sanırım... Kitabın anlatımı süperdi, okurken hissettiklerim güzeldi ama bir türlü zirveye ulaşamadık. Bittiğinde felçli insanların hayatları ile ilgili daha çok şey öğrenmek için ufak bir araştırma yapmadan da geçemedim. Sanki hiçbirimizin hayatında böyle bir şey olmaz, sonsuza kadar sağlıklı kalacağımız garanti gibi ne güzel yaşıyoruz. Ha bu ihtimali gözönüne alıp ne yaptın derseniz, sadece hayatlarını kolaylaştırmak için ne yapılabilir diye araştırdığımla kaldım. Allah dert sahiplerine sabır kolaylık versin...

Velhasıl yine tavsiye etmemeye gönlüm razı olmuyor bu kitabı. Okunsun ama çok bir şey beklemeden okunsun...

Duyguların Rengi ~~ Kathryn Stockett


Kitabı elimde almadan haftalar önce filmini izlemeye niyetlenmiştim. Hikayeyi on dakikalık bir kesitte yukarıdaki resimde görülen karakterlerle izlemiştim. Kitap boyunca gözümde canlananlar da mecburen bu hatunlar oldu:)

Kitabın konusundan kısaca bahsedeyim: Olaylar İngiltere'de zencilerin beyazlardan aşağı görüldüğü dönemlerde geçiyor. Banliyö tarzı bir muhitte beyaz ev hanımları ve onların parmaklarını bile kımıldatmamalarına adanmış zenci yardımcıları yaşıyor. Öyle bir zaman ki, zenciler ve beyazlar aynı yerden alışveriş edemiyor, aynı okula gidemiyor, aynı hastaneye gidemiyor, aynı yerlerde yaşamıyor, hatta evdeki yardımcılar ev sahipleri aynı tuvaletleri bile kullanamıyor. Ola ki zencilerden hastalık bulaşır diye önlem alınıyor. Bu kadar önleme ve dışlamaya karşın, beyaz bayanlar bu insanların bebeklerini büyütmesinde bir sakınca görmüyorlar.

Ana karakter Aibee de çalıştığı evin minik kızını büyütüyor, ilgisiz annesinin boşluğunu doldurmaya çalışıyor. Baktığı çocuklar renkleri ayırt etmeye başladıklarında, yani zenci ve beyazların farklı ırklar olduğunu anlamaya başladıklarında dayanamayıp işlerinden ayrılıyor. Ama bu sefer yetiştirdiği bu minik kızda bir değişiklik yapmaya karar veriyor; zencilerin de normal bireyler olduklarını aşılamaya çalışıyor çocuğa... Bu sırada hanımının arkadaşlarından bir tanesi de kendisini yetiştiren sonra bir anda ortadan kaybolan zenci bakıcısının izini sürmeye çalışıyor. Ondan aldığı sevgiden dolayı zencilere bu şekilde ayrımcı davranılmasını kabul edemiyor. Bir yandan da yazar olmaya çalışan ev hanımının arkadaşı, herkesin bilip görmezden geldiği bu ayrımcılığı kağıda dökmeye çalışıyor.

Kalınca bir kitaptı ama açıkçası sonunda ne olacağını meraktan ve karakterleri arkadaşlarım gibi hissetmeye başladığımdan bir çırpıda bitti. Sonunda hayal kırıklığına uğradım. Ben lisedeyken okuduğum kitaplarda, izlediğim filmlerde giriş gelişme ve sonuç olurdu. Şimdiyse bu kaçıncı kitap olacak bilmiyorum; kitaba girişiyoruz, olayı da geliştiriyoruz sonra pat diye ortada kalıyoruz. Ee nerde bunun süper finali? Yani klişeleşmiş olmasın diye böyle yapılıyorsa lütfen bırakın klişe sonlar olsun. Hevesim kursağımda kaldı resmen... Ama okuduğuma pişman değilim çok güzeldi, varsın sonu sönük kalsın...

27 Mayıs 2014 Salı

Yeni Çılgınlık: 2048!

Bu oyunları çıkaranlar resmen hayatımızdan çalıyor! Keşfedeli 2 gün oldu sanırım, akşamları eve kendi rekorumu kırma hırsıyla gidiyorum. Bir de akıllı telefonum falan olsa işyerinde çalışamazmışım Allah korusun. Oynayanlar bilir ama bilmeyenler için, sayıları hareket ettirerek 2'nin katlarıyla 2048'e ulaşmaya çalışıyorsunuz. Her hamlede yeriniz biraz daha daralıyor.Ama henüz 512'nin üstüne ulaşamadım.

Aslında bağımlılık yaratacağını anladım duyar duymaz, hiç bulaşmayayım dedim Ama sözlüm sağolsun birkaç kez rekor kırıp twitterden ekran görüntüsü paylaşınca "bu ne ola ki" diye bakmadan edemedim.

Zamanımı alıyor ama "Candy Crush" oynamaktan iyidir. En azından zekamı da canlı tutuyordur deyip kendimi rahatlatmaya çalışıyorum:)

Uygulama Önerisi - Spotify


Geçtiğimiz günlerde sözlüm sağolsun, yeni bir uygulamadan haberim oldu. Malum youtube yasaklandı, müzik dinlemek için on takla atıyorum. İnternet hızı da fiber(!) hızda olduğu için radyolar takıla takıla beni verem ediyorlardı akşama kadar. Sonra bu program/uygulama ile tanıştım.


Aklınıza gelebilecek her türlü şarkıyı bulmak mümkün. Sanatçı olarak, albüm olarak, şarkı olarak aratabiliyorsunuz. Aslında bundan daha çok hoşuma giden, modlara göre şarkılar var. "Workday", "Sunset", "Brain Food" gibi farklı moodunuza göre derlenmiş şarkıları kesintisiz radyo keyfiyle dinleyebiliyorsunuz. Dinlerken beğendiğiniz parçalara daha sonra erişebiliyorsunuz. Hani radyo dinlerken "ah yaa bir şarkı çok hoşuma gitmişti ama neydi ki?" diye dövünüp dururuz ya, ona da çare bulmuşlar yani.

Dahası bir sosyal platform. Facebook ile bağlanıp arkadaşlarınızı ekleyebiliyorsunuz. Benim arkadaşlarımdan kullanan olmadığı için burdan ilerisinde neler yapılır çok bilmiyorum ama tahminim arkadaşlarımızın beğendiği şarkıları vs görebiliyor olmamız lazım. Değilse bile yapılsa süper olur:)

İnternette nedir ne değildir diye ararken taa sene 2008'e ait ekşisözlük'te açılmış başlıklar buldum. "İleride bu program yaygınlaştığında kimse şarkı indirmeyle falan uğraşmayacak" demişler. Ehh o kadar yaygınlaşmadı demek ki henüz, bizim kulağımıza yeni geldi valla. Hemen etrafımda kim var kim yok herkese önerdim. Bu nimetten arkadaşlarım da yararlansınlar istedim. Ecnebiler yapıyor yaa yine yapmışlar en güzelini...

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Çocuk Yaparım da, Kariyer de Yapar Mıyım?

Arkadaş çevrem her geçen gün biraz daha evli insanlardan oluşmaya başlıyor. Her gittiğim nişanda düğünde biz ne olacağız ne zaman evleneceğiz diye düşünmeden edemiyorum. Yeni nişanlanan arkadaşlarımın bile düğün tarihleri, nerede oturacakları belli. Biz tamamen belirsizlikler dünyasında yaşıyoruz. Şöyle şöyle olursa seneye evleniriz ama olmazsa ne zaman olur belli değil... Sürekli olasılıklar hesaplıyoruz. Yapım gereği böyle belirsiz durumlar bende çok fazla RAM'den yiyor. Başka şeylerle de ilgilensem arka planda hep bunlar var kafamda. Bazı arkadaşlarım çocuk sahibi olunca hele. Alıyor beni bir düşünce. Tabii ki şimdi bunlar için erken, zamanı geldiğinde kader ne gösterir bilemem ama yine de düşünmeden edemiyorum.
Yine yakın zamanda bir arkadaşım doğum yaptı. Bir bankada güzel bir pozisyonda çalışıyordu ve başarılıydı da. Ama anne olunca işten ayrılmış diye duydum. İlk içimden geçen "helal olsun". Bu o kadar zor bir karar ki benim için. İlk tepkim tebrik etmek oluyor. Sonra ben naparım diye düşünüyorum. Şimdi ilk olarak bu karar sadece benim duygularıma değil eşimin cüzdanına da bakar. Çünkü tek maaşa düşeceğiz ve ailemize bir birey daha eklenecek ve şimdiden ev borcu ödüyoruz sayemde. Hadi diyorum durumumuz da var diyelim. Ben bu yaşıma kadar babamdan bile para isteyemez çekinirdim, o harçlığımın bittiğini farkedince versin diye beklerdim. Adım gibi eminim eşime yük oluyorum gibi düşüneceğim ve hiç rahat hissetmeyeceğim. İstediğim gibi para harcayamayacağım. Her ne kadar sözlümden Allah razı olsun, bu konuyu ne zaman açsam beni rahatlatır. Kendimi kötü hissetmeme neden olacak bir davranışı olmayacaktır eminim. Sıkılacağımı falan hiç düşünmüyorum. Bazı arkadaşlarım mesela, evde ne yapacağım sıkılırım hep çocukla. Asosyal olurum gibi düşünüyorlar. Ama senin evde çocuğuna bakan annen bunları düşünmüyor torunu için hepsinden fedakarlık yapıyor ya da parayla tuttuğun bir insan da aynı şekilde. Sen anneyken bu kadar fedakarlık yapamıyorsan zaten yapma boşver. Bir de düşünüyorum, bakıcı gelecek diye evde değerli bir şey bırakılmıyor, zinetler bankalarda kasalara koyuluyor. Ama en değerlini o insana bırakıyorsun. Bunu aklım almıyor.

Aslında yanlı baktığımın farkındayım. Annesi çalışan bir çocuğun büyüdüğünde çocuğuna kendisinin bakmak istemesi kadar normal bir şey olamaz tahminim. Kardeşim de benim gibi, eşinin çocuklar olduktan sonra çalışmasını istemiyor. O benden de zor bir çocukluk geçirdi. Annem çalışmaya geri döndüğünde ben en azından 9 yaşındaydım ama kardeşim 7 yaşındaydı ve okula yeni başlamıştı. Annem hiç ama hiç ilgilenemedi. Kardeşimin ağladığını çok iyi hatırlıyorum. Okula gitmek de istemiyordu yazı yazmak da okumay ıöğrenmek de. Annemin ilgilenmesini istiyordu sadece, ama annem iş için kurslara gitmek zorundaydı. Sonra kardeşim ömür boyu derslerden hep nefret etti. Kendisiyle başbaşa kalıp kimseyle konuşmadan yapabileceği en iyi işi seçti ve yazılımcı oldu.

Çocukluğum boyunca, eğer çalışan bir anne olmayı seçersem çocuğumun yaşaması muhtemel her şeyi ben zaten yaşadım ve gördüm ki olmuyor. Olmuyor yani. Annem her zaman yorgun ve sinirliydi. Evdeki işler yetişmiyor, çocukları ve eşiyle istediği gibi ilgilenemiyor. Buna karşın iş yerinin verdiği sorumlulukları da dört dörtlük yapmak istiyordu. Her alanda mükemmel olmaya çalışmak kadar zor bir şey olamaz. Sonra normal olarak evden ve bizden fedakarlık yapıyordu. Bu da kendisini yetersiz hissettirdiğinden, hayatından hiç memnun olmadı. Hepsi bizim geleceğimiz içindi biliyorum. Ama ne işe yaradı anne? Sen bizi bırakıp ahirete göçtün gittin. Babamın banka hesabını kabartmaktan başka hiçbir işe yaramadı o kadar çalışman. Biz tek maaşla da gayet güzel geçinirdik. İki maaş olunca da lüks yaşamadık zaten. Sadece birikti o para, hiçbir hayrını görmedik. İşi bıraksaydın belki sen de bu kadar yıpranmaz gencecik yaşta kanser olmazdın. Hepsi kader tabii ki, olacağın önüne geçilmiyor. Ama o yıllarda yaşadığımız şeyleri ben de yaparak tecrübe etmeme gerek yok.

Peki, işi bıraktım diyelim. Çevrede malesef öyle bir algı var ki sanki evlenip çocuk yapınca işi bırakan kadın kolaya kaçıyor. Çalışmaktan kaçmak için evlenip çocuk yapıyor, kocasına kendisine baktırıyor gibi düşünülüyor. Bu nasıl hastalıklı bir düşünce şekli bilemiyorum. Böyle düşünen hatunlar var mıdır, vardır muhakkak ama çoğu kadın böyle düşünmez. Çocukluğumdan beri oku kızım, kolunda altın bileziğin güzel bir işin olsun. Ekonomik bağımsızlığın olsun kocanın eline bakma diye yetiştirildim. Anadolu lisesine gittim, güzel bir üniversitede ağır bir bölüm okudum. Bunların hiçbirini yaparken evleneyim kocam baksın bana yaa demedim. Bu kafada olsam okumazdım kendimi yıpratmazdım. Çocuk gelişimi okurdum en azından çocuklarıma bakacaksam işin ilmini bilimini öğrenirdim değil mi? Lisede de kız meslek lisesine giderdim. Bunları aşağıladığım için söylemiyorum, sadece anadolu lisesinde fen bölümü okumaktan daha kolay olurdu ve hayata dair daha faydalı bilgiler öğrenirdim demeye çalışıyorum. Çocukluğumdan beri hep çalışacağım düşüncesiyle büyüdüm. Müstakbel eşim de bu kadar anlayışlı olmasaydı kesinlikle lafını bile etmez, yüreğime taş basar çocuğumu herkes nasıl bırakıyorsa öyle bırakır işe giderdim. Ama çok eminim yapamayacağım:(

Daha önceki yazılarımda da hep bahsettim bu konudan. Çünkü sürekli aklımda. Sürekli evden ne yapabilirim nasıl bir şey yapabilirim ki ben işten ayrıldığımda bile faydalı olur yuvamız için diye düşünmekten devreleri yakmak üzereyim. Ciddi manada çok kafama takıyorum ama önümde herhangi bir örnek de olmadığı için çok da faydalı sonuçlara ulaşamıyorum. Tek yapabildiğim maaşımı mümkün olduğunca az harcayıp kenara para koymaya çalışmak. Allah kolaylık versin. İnşallah ileride bu yazılarıma bakınca; "o kadar kafa yordun ama sonunda buldun. Aferin kız sana!" derim:)




14 Mayıs 2014 Çarşamba

Yazmayalı kaldığım yerden devam edeyim. Sonraki hafta da sözlüm için nişan alışverişine çıktık. Çok güzel geçti. Benimkinde hem üzüntü, panik hem de hayal kırıklığı tarzında duygular varken onunkini yaparken gelecek güzel günlerin hayalleriyle geçti tüm gün. Eminönü'nden başladık gezmeye. Pijama tarzı ihtiyaçları ve saatini ordan aldık. Onları eve bırakıp takım elbise için Ümraniye'ye geçtik. Orda da ona çok yakışan havacı mavisi ve açık füme renklerde iki takım elbise aldık. Çok istediğim kol düğmesini kravatla set olarak aldık. Her şey çok içime sindi. Hiçbir eksiği kalmadı çok şükür. Eminönü'nden bohça için sandık da almak istiyorduk ama sandık sonradan çok kullanışlı olmaz belki diye midye kabuğu şeklinde yapılan sandıklardan aldık. Şekli çok estetik geldi gözüme. İlerde de nasip olursa banyoda çamaşır makinesinin üzerinde koyup içine havlu vs koymak istiyorum...

Sonra geçen hafta kardeşimi askere gönderdik. Balıkesir'de yapacak çok şükür. Sırf askere gitmeden onu görmek için kalktım eve gittim. Ama toplasam bir saat belki görmüşümdür. Nişanlısı o daha kalkmadan geldi ve hemen kahvaltı yapıp hanım köye gittiler. Sanki gelin kızın akrabalarının görmesi benim görmemden daha önemli gibi. Sonra onlar da anlamış olacaklar ki ben gitmeden geri geldiler. Ama sağolsun yine gelinimiz, kardeşimi beş dakika bile hatta 20 saniyeden fazla benimle yalnız bırakmadığı için hiç görüşemedik desem yeri. Birsürü insanın içinde konuşamadık bile:( Bu konudaki burukluğumu hiç unutmayacağım...

O akşam sözlüm beni İstanbul'a bıraktı. Bütün yol boyunca ağladım. Artık bazı şeyleri kaldıramıyorum. Eskiden yuvam diye koşarak gittiğim yere artık zorunluluklar dışında gitmek istemiyorum.. Ama İstanbul'a geldiğimizde kendime geldim. Çok güzel zaman geçirdik. Balonların prototipi gibi tasarlanmış dilek şeylerinden sırf ben merak ettiğim için o saatte bir tane aldık. Ateş bulmak için Kız Kulesi'nden Harem'e kadar yürüdük. Sonra sözlüm zorlu bir süreç sonunda yakmayı başardı. Aslında nişanımızda isteyen gençlere bunlardan dağıtmak istiyordum, hava inşallah şansımıza güzel olursa açık alanda olacağı için çok güzel bir görüntü olur diye düşündüm ama yakmak o kadar da kolay değilmiş gerçekten... Sözlümün sabrına her seferinde daha da hayran kalıyorum. Annemin kabrini de ziyaret ettik o haftasonu. Üzerinde çıkan yabani otları temizledi, yeni çiçekler diktik anneler günü için... O kadar sabırlı davrandı ki o uğraşırken onu izlemekten kendimi alamadım. Bir kere de bu güneşin beyninde çok mu lazımdı bunları dikmemiz demedi. Akşam da aynı şekilde yakarken bir ara küçük baloncuk denize düşme tehlikesi geçirdi, peşinden koştu yakaladı yeniden göğe saldık. Ben mutlu olayım diye uğraşırken ben de onu seyrettim, Allah'a şükrettim karşıma onu çıkardığı için... Bir kapıyı kapatınca birini açarmış derler ya o misal. Sonrasını da hiç unutmayacağım... Günlerden 4 Mayıs'tı...

Uykularım kaçtığı için deli gibi kitap okuyorum. Bir ayda 3 kitap okumuşum aferin bana:) Bu yıl geçen yıldan daha verimli geçer umarım. Sözlüm roman okumanın çok boş olduğunu düşünüyor. Sana bir şey katmıyor diyor. Ama bu film izlemekle aynı şey. İzlediğimiz hobit filmleri de bize felsefik bakış açışı kazandırmıyor ama yine de izliyoruz değil mi? Biraz kafamı dağıtmak istiyorum, hayal dünyamı öcanlı tutmak istiyorum, başka ülkelerde gezmek, başka hayatlara dokunmak, delice aşkları hissetmek istiyorum... O yüzden de okuyorum işte:)

Bugün malesef tüm bunlardan daha önemli bir haberle uyandık malesef. Soma'da bir maden ocağında trafo patlamasından sanırım çok acı bir olay meydana geldi. Şu an kaybımız 205 madenci. Allah ailelerine sabır versin. Hala da içerde kurtarılmayı bekleyen işçiler var. Bir işçinin göçükten çıkarıldığında sağlıkçılara söylediği söz mahvetti bizi. "Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin." Ben oturduğum yerden bırak kirlensin abim sen kurtulmuşsun ya diye seslenmek istedim. 3 gün ulusal yas ilan edildi... Bu sırada sorumlular açıklarını kapatacak bir bahane bulurlar herhalde... Keşke kömür kullanımına hiç gerek kalmasa. Hiç gün ışığı görmeden bir ömür harcamak için o insanlara verdikleri bedel ise ayda 1600TL bir maaşmış... Allah hepsine rahemt etsin, geri kalanlara yardım etsin:(